Tahlil: Aynılığın İmkansızlığı - Mustafa Eser

    Tahlil yaparken genellikle kitabın ismiyle başlarım, çünkü kitabın adı neyse, içerik metni de onunla paralel olabilir diye düşünerek okurum. Ancak, perdesi kaldırılmamış bir gözle bakıldığında, aynılığın imkansızlığı ortadadır. Her insan kendi nezdinde biriciktir. Ya da belki de düzenin kendisi bizi biricik olmaya itiyordur. Belki bütün sorunların temeli de burada atılıyordur, kim bilir?

    Aynılığın imkansızlığı başlığını çağrışım açısından değerlendirdiğimde, bana "Ne olursan ol yine gel." cümlesini hatırlattı. Bu düşüncemi biraz somutlaştırdığımda ise zıtlık ortadan kalkacaktır. Ne kadar farklılıklarımız olursa olsun, başlığı "Yeter ki gel, bir dinle" ve "Oku," sonra yine kitabımın adı yankılansın ister gibi bir his doğuyor.

    Yazar Hakkında 

    Mustafa Hoca'mızı yakından tanıyan biri değilim. Ancak, kurduğu cümleler ve düşünce yapısını okuduğumda, sanki yıllardır tanıyormuşum gibi hissettim. Kitaptaki düşünceler, derin bir şekilde işlenmiş; tefekkürü yapılmış ve çilesi çekilmiş cümlelerle karşılaşmak da mümkün.

    Anlatıdan yola çıktığımda, hocamızın hayatı zıtlıklar üzerinden tefekkür ediyor olabileceğini düşünüyorum. Felsefi açıdan güçlü bir zeminde hazırlanmış bu metin, yaşarken kişinin hayatın hemen hemen her noktasında teması olduğunu da anlatıyor.

    Satırları birer birer okuduğumda, sanki bir derviş konuşuyor gibi hissettim. Kelime dağarcığı geniş bir yelpazeye sahip olan yazarımız, mürekkebini hakikat denizinden besliyor. (Kendi nefsim dahil hiçbirimizin nefsini temize çıkaramam.) Kişilerin kendilerinin doğrularından bahsederken, gerçekten gerçeği ele alıyor. Kitabın görünen yüzüne bakarak yazarımız hakkında kesin bir şey söylemek doğru olmayabilir, ancak hissettiğim duyguları anlatmadan geçemezdim.

    Kitap Hakkında 

    Kitabımız, merhametin rahmetiyle başlıyor. Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, ilk surede de merhametten bahsedildiğini görürüz. Özellikle kitabın başlangıcını incelediğimde, başlığı görür görmez, kaynağını ilahi bir kitaptan aldığını fark ettim.

    Acımak ve merhamet üzerinden detaylandırma yapılırken metin sizi içine alıyor. Hocamız değerlendirmesinde bulunurken acımak duygusunun tepeden konumlanan bir yapısı olduğunu ifade ediyor. Merhamet duygusu hakkında ise kişiyi direkt muhatap almak olarak adlandırıyor. 

    Bu zamana kadar merhamet ve acımak duygusu arasında üzülmeyi keşfetmiştim. Fakat üzülmek, zaman içinde acımaya dönüşebiliyor. Bu nedenle hocamız, merhamet kelimesinin "aksiyon gerektirir" tefekkürüyle bize bir yol açmış oluyor. Acımak, bir tarafıyla sinmek anlamına gelirken, merhamette sinmekten ziyade çözüm bulmak vardır. Bu vurguyla, kitabımız kalbimize kapılarını aralıyor.

    Aynı zamanda, kişilerin şahsiyetinin bir göstergesi olarak, karşılarındaki insanların sınıfsal farklılıklarına göre ayrım yapıp yapmadığı değerlendirilirken, hocamız, kişinin medeniyetini ölçme enstrümanı olarak, en zayıfa davranışını referans alabileceğimizi ifade ediyor.

    En zayıfa karşı davranış biçimi izah edilirken bir çıkarımda bulundum, çünkü kitap bizi düşünmeye sevk ediyor. Çıkarımım ise şu şekilde: "Merhamet, kişinin kendini tedavi eden bir eylemdir." Merhamete davet eden bir düşünce yapısını ele aldığımızda, kişinin öncelikle kendi kazanında kaynaması gerektiğini düşünüyorum. Kendinde olmayanı başkasına veremez. Bu yüzden merhameti olmayan bir kişiye merhametli davranmayı önermek, kişinin kendisini tedavi etmesi için açılmış bir yoldur. Bu yolun ilk tedavi göreni ise aynadaki kişidir.

    Kitabımızın tahlilini yaparken yaşadığım bir sorunu da ele almak istiyorum. Ünsiyet mi, yoksa arayış mı? Ön yargı mı, mesuliyet mi, amel mi, eylem mi, talep mi? Hangi konuyu ele alacağımı inanın bilmiyorum. Kitabın dili çok akıcı olmasına rağmen, içindeki düşünceleri ele alış biçimi okuma süresini uzatıyor. Tek celse de bitirilecek bir kitap değil. Ancak konu içeriği olarak zengin bir anlatım mevcut.

    İnsanoğlu, hayatın içinde yaşarken bir eylemde bulunur. Bu eylem, kişi tarafından gerçekleştirildiği için mesuliyet anlamına da gelir. Mesuliyet ise eşittir amel olarak karşımıza çıkar. Amel ise ikiye ayrılır: iyi ya da kötü. Buradaki ayrımı belirleyen, iyi ve kötüyü iradeye teslim eden Yaratıcı’dır. Konular o kadar güzel bağlanmış ki hayatın öz itibariyle bir surete büründüğünü görüyoruz. Bu suretin arkasına geçen ise tefekkürün kendisidir.

    Modern dönemin insanı ele alınırken, objektif bir biçimde kişinin arzu tasarrufunda bulunmadığı anlatılıyor. Tasarruf dediğimiz kavram, yalnızca somut birikimlerden ibaret değildir. Soyut birikimlerimizi yapabilmek için de bir tasarrufta bulunmamız gerektiği ifade ediliyor.

    Bağ kurmak üzerine okuduğum bölümde bir çıkarımda bulundum. Ünsiyet, kalbimizin demirlediği bir limandır. Kalbimiz, hiçbir güzelliğin bulunmadığı bir limanda demirlerse, o güzellik nasıl keşfedilebilir? Suyu güzel olmayan, insanı iyi olarak tanımlanamayacak bir ülkeye kim demirlemek ister? Bağ kurduğumuz bir eylemde başımıza gelecek bütün iyilikler ve güzellikler, mesuliyet şemsiyesinin altındadır. Yine, bu da amele girer.

    Kitapta hoşuma giden bir diğer hikaye ise şudur: Bir gün, bir bilgenin iki köpeği varmış. Birinin adı "Kötü", diğerinin adı "İyi" imiş. Orada bulunan bir çocuk, "Köpekler ne güzel oynuyorlar." demiş. Bilge ise, "Sen onları bir de menfaat söz konusu olunca gör." diye cevap vermiş. Çocuk durumu anlayınca, kemik kavgasında kimin kazandığını sormuş. Bilge cevap vermiş: "Hangisini güzel beslersem o kazanır." Genellikle bu tarz hikayeleri severim çünkü bizim medeniyetimiz hikaye etmeyi sever. Buradaki hikaye ise bir kitap değerindedir.

    Kitabın zor bir yönünü konuşmam gerekirse, felsefi içerik nedeniyle ağır bir düşünce yapısına sahip. Düşünmektense kitabı genellikle bir akış içinde okuyan kişiler, okurken zorlanabilir. Roman ya da hikaye okuru için ağır gelebilir. Ancak bir başlıkta elde edilecek bilgi, belki de sayfalarca bir hikayeden farklı olabilir.

    Umutla ilgili bir bölümde, her doğan çocuğun fıtrat üzere doğduğuna dair bir hadis ile birlikte, her fıtratın bir umut taşıdığı anlatılıyordu. Okurken, umudun kokusunu burnunuzda hissediyorsunuz, tabii eğer umut etmeye gayret ediyorsanız.

    Din ile ilgili davet bölümünde, eylemin sözden üstün olduğunu anlatan bir ifade vardı. Orada, Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) toplum tarafından verilen bir sıfatı ele alınıyordu: El-Emin... Bu sıfat, yalnızca sözlerle kazanılamaz. Eylemin gücü burada devreye giriyor. "Önce inandığın değerlerin peşinden git, sonra söylediklerin tesir eder." düşüncesi içimde yankılandı.
O kullar ki, sözün tamamını dinlerler ve en güzeline uyarlar. (Zümer,18)
    Bugüne kadar bu ayeti birkaç kez okudum. Bütün sözleri dinledikten sonra en güzeline uymanın neden önemli olduğunu ise yine bu kitapta buldum. Özellikle bu kısmı kendime not olarak aldım. Bundan sonra tüm söylemleri dinleyeceğim. Zaten dinliyordum, ancak artık temeli atılmış oldu. Sonrasında ise Hakikat Sahibi ne emrediyorsa, onu uygulayacağım. Çünkü güzel kavramının özgürlük alanını, güzellik kavramını yaratan belirler.

    Kitapta muallakta kaldığım bir konu da yatay ve dikey anlamlar oldu. Bu kavramları düşünürken aklıma enfüs ve âfâk geldi: Kişinin iç dünyasındaki nefis ve dışarıdaki ufuk. Ruh dünyası bana hep yatay bir âlem gibi geliyor, çünkü ufku görünmüyor. Ufku görünen, yani dış dünya dediğimiz âfâk ise dikey bir anlam taşıyor gibi. Belki burada farklı bir yorum yapıyor olabilirim.

    Kitabın sonunda iki kelime özellikle dikkatimi çekti: "icat" ve "kâşif." "İcat etmek" hâşâ olmayan bir varlığı yoktan var etmek anlamı taşıyor. "Kâşif" ise daha önce yaratılmış olanı bulup ortaya çıkaran kişi olarak karşımıza çıkıyor. Bu iki kelime, kendi içimde sürekli kıyas ettiğim ve üzerinde düşündüğüm kavramlar.

    Kitap hakkındaki düşüncelerimi toparlayacak olursam, okurken zaman zaman durup düşündüğüm, derin çıkarımlarda bulunduğum bir eserdi. Böyle kitaplar nadiren karşımıza çıkar. Okuma sürecinde zorlanabilirsiniz, fakat bıraktığı iz ömür boyu silinmez. Kıymetli hocamızın ömrüne ve ilmine bereket dilerim.

    Allahualem.

Yorumlar