Zenginin Davulu Dövülüyorsa, Cenaze Kimin?

    Nasreddin Hoca, şehre gitmek için hazırlık yapmaya başlamış. Üzerine giysisini giymiş, yolculuk için kuşanmış ve semerinden tuttuğu eşeğiyle yola koyulmuş.

    Sokaktan geçerken çocuklar etrafını sarmış:

    “Hocaa! Hocaa! Nereye gidiyorsun?”

    “Şehre gidiyorum.” diye cevaplamış Hoca.

    Çocuklar heyecanla bağırmış:

    “Hocaa! Hocaa! Bize düdük alır mısın?”

    Hoca gülümseyerek başını sallamış. Tam o sırada içlerinden biri cebinden para çıkarıp uzatmış:

    “Hoca, bu parayla bana bir düdük getirir misin?”

    Hoca parayı alıp yoluna devam etmiş.

    Akşam pazardan döndüğünde çocuklar dört gözle onu bekliyormuş. Hemen etrafını sarıp düdüklerini istemişler. Hoca, cebinden bir düdük çıkarıp kendisine para veren çocuğa uzatmış.

    Diğer çocuklar şaşkınlıkla bağırmış:

    “Hocaa! Hocaa! Bizim düdükler nerede?”

    Hoca, meşhur gülümsemesiyle cevap vermiş:

    “Parayı veren düdüğü çalar.”

    Fıkrayı küçükken dinlemiştim. Küçük yaşlarda insan fıtrî düşünüyor. "Param yoksa göz hakkı var." demiştim. Düdüğü alamıyorsam, düdüğü alabilen arkadaşımın bana bir kez de olsa denemem için izin vereceğini düşünmüştüm. Ancak bu düşüncenin masumiyeti çocuklukla beraber geride kaldı. Göz hakkı ise ülkelerce kanunlaştırılmadığı için gönül anayasasında tedavülden kalkalı çok oldu.

    Küçüklüğün masumiyeti ortadan kalktığında fark ettim ki zenginlerin her zaman bir düdüğü, davulu ve borusu varmış. Enstrümanları da belki zenginler keşfetmiştir, kim bilir. Biz düdüğe tekrar dönelim. Nasreddin Hoca’dan düdük alan çocuğu düşündüğümüzde, bu fıkra yalnızca somut bir enstrümanı anlatmakla kalmaz; aynı zamanda sesin diğerlerinden daha fazla çıkması meselesine de işaret eder.

    Zenginin düdüğü, yaşadığı toplumda onu diğerlerinden ayıran bir statü aracıdır. Düdük sayesinde, kendi sesini gerçekten duymadan ve tınısında saklı duyguları öğrenmeden, işittiği diğer seslere üstünlük kurabilir. O, düdüğe sahip olması sebebiyle düdüğü olmayanlardan maddi, manevi ve zihinsel olarak daha yetenekli ve üstün kabul edilir.

    Zenginliği bir kenara bıraktığımızda, sürekli düdük sesi işitmek ve diğer seslere kendini kapatmak bir tür fakirlik alameti sayılmalıdır. Çünkü zenginlik yalnızca dış şartlara bağlı değildir; insanın iç dünyası da bu kavramın bir parçasıdır. Düdük sesi sadece işitilmez, aynı zamanda insanda birtakım duygular uyandırır. İnsan, hem iç hem de dış şartlardan, hatta farklı dünyalardan meydana gelir. Ancak bu dünya ona ait değildir. Tıpkı düdüğün de aslında ondan önceki nesle ait olması gibi…

    "Bizim düdüğümüzle ne işin var?" diyebilirsiniz. Ya da, "Bazıları kendi tercihleri ve hataları sebebiyle düdük sahibi olamıyor," diye düşünebilirsiniz. Bu konu hakikaten girift bir mesele. Hadi düdük meselesini geçelim. Bir de davulumuz var. Üstelik davulu zenginler çalmıyor; tokmak başkalarının, ekseriyetle fakirlerin elinde…

    Yazımın başında da söylemiştim, zannediyorum ki enstrümanları bizzat zenginler keşfetti. Bu kadar destek görmelerinin başka bir açıklaması yok. Hem de her kesimden destek görüyorlar.

    Bazen şunu da düşünmüyor değilim: Elime bir davul alıp sokağa çıksam ve “Davulumu kim dövmek ister?” diye sorsam, muhtemelen dayak yerim. Çünkü zenginin sadece sahip oldukları değil, görünüşü bile önemlidir. Benim kürküm yok, bedenim sağlıklı değil. Hastalığımın bir ikramı olarak boyum kısa. Omuriliğim eğrilmiyor çünkü içinde platin var; eğilmek bana doğduğumda yasaklanmıştı, doktorlar da bu yasağı mühürledi.

    Somut olarak da fakirim zaten. Gösterişli değilim. Bunlar önemli meseleler…

    Bana düdük yakışmaz. Sesimin diğerlerinden ayrılmasını istemem. Küçük mutluluklar uğruna bir düdüğe de ihtiyacım yok. Çünkü kimseye muhtaç olmadan içilen bir çorbanın kıymetini bilirim. Allah’ın anıldığı bir dost meclisinde içilen bir bardak çayın tadını da iyi bilirim.

    Belki de ruhuma uygun bir bedenin bana giydirilmesi bundandır. Ya da bedenim eğitmiştir ruhumu, kim bilir?

    Bazen düşünüyorum. Bir koro kurulacak olsa, o koro zengin sesler korosu olurdu. Düğünler ve eğlenceler de zenginlere yakışır. Eğlenmeyi bilmek, bir enstrüman sahibinin işidir. Düdüğü olmayan bir çocuk, nereden bilebilir eğlencenin tadını? Tabii, tam tersini de düşünebiliriz. Aşk eri Mevlana öyle diyor: “Her şey zıddıyla kaimdir.” Eğlenceyi en iyi zenginler biliyorsa, hüznü de fakirler mi bilir? Hüzün, sadece cebi deliklerin işi midir? Eğlenceden uçmuş bir kişi nereden bilebilir ağırlığı?

    Sormadan edemeyeceğim. Gürültünün sahibine mi bakmalıyız, yoksa sessizliğin anlamına mı kulak vermeliyiz? Belki de davulun sesi, gerçeği değil, algıyı yönetiyordur. Oysa mezar taşları hep aynıdır. Zenginin de, fakirin de toprağı birdir. O halde, neden sadece davulun sesini duyarız da, sessizliği işitmeyiz?

    Yokoluşsal sancılar çekiyorum. Benim varoluşumu, yokoluşsal sancılar belirliyor. Çünkü beni tanımlayan hayat değil, ölüm. Ölümün biraz yanından geçtiğimde dünya anlamını yitiriyor. Aslında bu tabir biraz yanlış; ölüme giden yol, dünyadan geçiyor diyelim. Bir daha tekrar etmek istiyorum: Ahirete giden yol dünyadan geçiyor. Bu sebeple sancılarımı, gideceğim yere göre tanımlıyorum.

    Cümleler kurup kayısı ağacına anlatırken, öğelerine ayırdığı cümlede gerçekten özne olduğuna inanan adama üzülen selvi ağacının, 'Burası cümlede özne olduğunu düşünenlerle dolu.' diyerek hece taşlarından öteye geçmeyenlere bakıp yutkunduğu gibi fiilden öteye gidilmemiş bir günde içimden gelen "Zenginin düğününe denk fakirin cenazesi..." sesini aşamayacağım...

Yorumlar