İlkin duygularımdan başlayayım. İçimdeki kapılara vuruyor kar taneleri. Sokak lambaları seyriyor gözlerimde. "Duvarların umududur pencereler." derler ama bir rüzgar da mı esmez, gelip vurmaz yorgun kulaklarıma? Yalın bir halde, hâl eki almamış gibiyim. Ülkeler tek bir imparatorluk kurmuş da bütün sınırlara çevrilmiş tel gibi yalnızım. Düşünceler, raydan çıkmış tren gibi vagona bölerken benliğimi, her vagonda ayrı bir diyara savrulmuş kadar yalnızım. Asıl sahibini unutan bana da “müstehak bunlar”, diyorum.
Kandırılmayı ilk doğduğumda öğrenmiştim. Sıcak çikolata kokulu bir evde, yumuşacık, merhamet dolu minder üzerinde otururken; bana namlu gibi doğrulduğunu bilmediğim kirpiklere güvenmiştim. İki dudak öyle güzel gülerdi ki, çamaşır ipi takılsa arasına, ömrümü çamaşır gibi asardım. Ellerinden yüreğime doğru güneş doğarken kendimi bırakırdım. Sesi, bütün kuşları kanat çırptıracak kadar alıp götürürdü beni. Gökyüzü gözleriyle yıllarca sadece gözlerime bakakalsa yine yeterdi benim içim. Ama ne olduysa, konuşmayı öğrenmeye çalıştığım bir günde oldu. Ağzımdan yanlış bir hece çıkıverdi. “Miy… Av!”
Kendine bile ağır geldiğini işitmiştim insanların. Öyle ki, kütleyi ve ağırlığı ayrı ayrı keşfedecek kadar yorulurlardı yaşamaktan. Fakat minderime kadar özel ilgi gösterip, güzel sözler söyleyip, birden bilmediğim bir yere bırakılmak; dikenlere takılmış elbise gibi hissettirdi. İçimde toplu mezarlar oluşturdu. Tek insanda bütün insanları gömdüm. “Miyav” demem gereken yerde “Miy… Av” dedimse, güvenim; hemen avınız mı olmalıydı?
Bırakıldığım günün üzerinden haftalar geçmişti. Ağaç altında üşütmüştüm. Etraftan araba sesleri geliyordu. Şehrin dışında olduğumu, sokak lambalarının yokluğundan anlamıştım. Öylece adım atmaya çalışırken, yol kenarında birden resmi kıyafetli adamlar durdu. "Lan bahale! Vay guzuum. Gel yiğidim gel. Seni yaradana gurban olurum." diyerek beni kamyonet benzeri bir arabaya aldılar. Hem ağlamak istiyorum hem de ağlamayı bilmiyorum. Buzluktan çıkmış buzun bıçak gibi keskinliğine benzeyen bu merhamet, gözlerimde bilmem kaç derece bir sıcaklık oluşturdu. Duygular konuşurken yolculuk devam ediyordu. Bunları hissettiğim sırada araba durdu. Barınağa gelmiştik. Usulca yeni evime götürüldüm. Önümde yemek vardı, ortamda da sıcaklıktan memnundum.
Bir gün bir kadın geldi barınağa. Bütün kediler kendini sevdirdi. Bana namlu gibi doğrulunca kirpikleri, yönümü döndüm. Tekrar güvenemezdim bir insana. İçim toplu mezarlık, güvenim soykırım, üzerimde mavi kelebekler uçuyordu. Fakat kadın "Bu olsun." demez mi? Ne olacaktım? Ne olmalıydım? Ne olmamalıydım? Bir türlü anlamadım. Evimden yine güç bela çıkarıldım. “Piraye” diye seslendikleri kadın, tabiri caizse bir mal alır gibi söküp aldı mutlu olduğum yeni yuvamdan. Arabada cam kenarına koyarak, İstanbul'u izleyerek dolaşacağımızı söyledi. Manzara, söylem güzeldi ama tekrar güvenmek istemiyordum.
Yolculukta camı az açıp hava almamı istedi. Bulutları pamuk şeker gibi anlattı. Bir ağacın ilkbahar bekleyişindeki sessizliğiyle dinledim. Dar bir yola dönünce araba, "Bak yeni evimiz." dedi. Adımın da artık "Kekik" olduğunu söyledi. Anladı demek ki ruhumun dağlı olduğunu, itirazsız kabul ettim. Eve çıkmıştık; kucağında odaları bir bir gösterdi. Sesinde gül kokusu vardı. Parfümü, tarif edemediğim yerlere götürüyor ve ayağım kayıyordu sevgisine. Bu sevginin de uçurumum olmasından korkuyordum. "Burası da senin odan." dedi. Yorgun olduğumu düşünüp dinlenmeye bıraktı.
Günler geçtikçe alışmaya başlamıştım. Her gün birlikte kahvaltı ediyor, film izliyor ve beraber uyuyorduk. Çok seviyordum artık. Her detayını ezberleyecek kadar seviyordum. Birbirimize doğru öyle güçlü bir bağ oluşmuştu ki, gemici düğümünü andırıyordu. Sahilim, kıyım, limanım, gemim, denizim bütün herşeyim olmuştu. Boğulacağımı bilsem gelgitlerine bırakırdım kendimi.
Bir gün uyuyordum, seslendi ve beni çağırdı. "Kekiik! Dışarısı buz gibi. O yüzden sana bu kış için bir sürprizim var, gel." dedi. Sevinerek koştum yanına. Daha önce mezarlıklarda gördüğüm karanfil gibi zarifti terlikler. Öyle sevindim ki, teşekkür etmek için ağzımdan, bu soğuk kış günü daha terlikleri giymeden, "Miy… Av!" çıktı.
Yorumlar
Yorum Gönder