Bekleyen Ayakkabılar

    Dağları yürürdü. İçinde Konya Obrukları'na benzeyen, sonu görünmeyen düşünceler yer tutarken gözlerindeydi bütün kusur. Aşırı gözyaşı kullanımı, gelecek kaygısı ve geçmişe dönme çabası ruhunun topraklarındaki suyu kuruturdu.

    Gelecek senaryosunu kendi yazanların sorunudur. Gayret ile tayin etmek birbirine cephe açar. Kişi, bir uçurum bir uçurtma arasında kalır. Uçmak ya da düşmek. Tayin etmek, senaryoyu bizzat yazmak. Belki de yaralamanın kendisidir görünmeyen gelecekte ve görünenden büyüktür görünmeyen. Görünene göre karar vermek, görünmeyen güzellikleri incitmektir belki de...

    Huzurun kendisidir gayret. Bazen göze ufacık görünen bir tohum sessizce anlatır soğuğa, kara, yağmura karşı umutlu olmayı. Üzerinden geçip giden zor şartlardan sonra ilkbahar hediye edilir. Zorluklar, şahsiyet inşa eder. Kolaylık gaflet. Gayretten sonra gelen teslimiyetin güzelliğini henüz keşfedememişti fakat keşfi severdi.

    Düşünceli yürüdüğü için lakabına "tefekkür" deseler de tek başına düşünmek asla yetmezdi. Bir yerden beslenmeyen düşünce, dalsız kalmış meyve gibi kurtlanırdı. Ne tadı kalırdı ne benliği. Tefekkür Fikret, attığı adımlarla ömrünü uzatırdı beklemenin. Beklemek ona göre arzusuna kavuştuğu anda ortadan kalkardı. Beklemenin ömrü nasıl uzar hiç bilmezdi.

    Garibandı Fikret. Üniversite okumuştu ancak küçük yerde yaşadığı için icra edememişti mesleğini. Hasan Dağı gibi duruşuyla yanmadan tüten gözleri, bir boşlukta gezen bulut gibi rüzgara teslim olduğu zamanlarda dalgınlık dersi verirdi. Öyle bir dalgınlık ki nefes alıp vermenin dışında yaşam belirtisi vermez, ruhuyla seyyahlık yapıyor hissi uyandırırdı. Bu böyledir, dalgın adamlar başka alemde kulaç atarlar.

    Kaç kulaç attığını bilmese de, Yama Mehmet her sabah dalgın geçen bu genç selam verince "İnsan kalasın paşam." derdi. Fikret, gece sefası gibi pembe gülümseyerek, az fakat helal kazancına yürürdü. Her adımda hâlâ ayakkabıya, elbiseye yama yaptıran insanları düşünürdü. Mehmet’in garîb müşterileri, akşam ezanında açan çiçekler gibi ilginç adamlardı.

Fikret’in yine düşünmekten düştüğü zamanlardı. Çevresinden iş, eş, kazanç hakkında duyduğu sözler çinedir gibi elekten geçiriyor ve üstte bir tane bile buğday bırakmıyordu. Kadife pantolonun içinde eledikçe kendini adımları yavaşlar, sakalları “Kulsun, olur. Kulun kaderidir sınanmak.” der gibi yüzünü okşardı. Aklı karıştıkça Allah’a sığınan Fikret, “Takatim yetmiyor.” diyerek yaşamak için takat dilenir gibi gezerdi yeryüzünde. İnsan takati olan varlıktır. Düş, düşmek, düşünmek el ele verdiğinde zerreyi kendinde tanır. Tanımak ise yükümlülüktür.

Her gün sabah ezanında aşıklığını sunan Mehmet, çiçeklerini sular; kitabını okur ve ahbaplarının getirdiği kıyafet, ayakkabı gibi öteberileri yamardı. Üzerinde hırkasıyla uzakları yakın eden, sıcacık karlarla gönül coğrafyalarına yağan bir tarafı vardı. Yere serdiği halı yastık ve minderlerin üzerinde işini bir ibadet gibi yapardı. Bilirdi, Allah işini güzel yapanları severdi. Başında taşıdığı takkesiyle bir baş sahibi olduğunu düşünürdü. Ezan okununca “Neye eğileceğini biliyor musun Mehmet?” derdi kendine. Çünkü namaz neye eğildiğini bilmektir.

    Dünyadaki isteklerini anlatırken sık sık “Bıktım artık beklemekten.” derdi Fikret. Her hafta aynı konulardan bahis açmayı seven bu iki adam, sözde farklı görünse de özde aynı istikamette giderlerdi. Cuma günleri namaza birlikte giden Mehmet ve Fikret, çıkışta çay içmeye giderlerdi. 

    Çay ocağı duvarında asılı “Neyleyeyim dünyayı. Bana Allah’ım gerek.” cümlesine gönlünü çivileyen Mehmet; “Beklemeyi, ayakkabılar bilir. Şimdi umudunu yıkan cümlelerle konuşmak kolay. Aldanma sebeplere. Yarın bilinmez bir gelecektir. Bilinmeze gönül verme. Gayret et ve Allah'a dayan. Ne gam baki, ne dem baki. Yükünü taşıyan ayakkabılarına sahip çık. Bu pabuçların beklemeyi öğrettiğini fark ettiğinde bütün isteklerin boşa çıkar. Kendine gel Fikret. Yükünü taşıyanlarla iyi geçin.” nasihatını verirdi. Aldığı öğütle bir dervişin seması gibi alemleri gezen Fikret, “Aslan abim.” diyerek omzuna dünyalar onun olmuş gibi el atardı. Çünkü dost sırrın lütfudur.

    Ertesi hafta Cuma yaklaşırken sevinirdi Fikret. “Bugün ne sır duyacağız derdi.” kendi kendine. Sabah işe giderken yolda karıncaları takip eder ve ayakkabısını sakınır ve dostunun yanından geçerken zenginlik alameti tebessümü esirgemezdi. Ayaküstü laflarlardı. Yine bir Cuma günüydü. Selamlaştıktan sonra Mehmet’le “Öğle görüşürüz, Allaha ısmarladık.” dedi. Öğle arasını iple çeken Fikret, vakit gelir gelmez hazırlandı. Koşa koşa Ulu Cami'ye gitti. Mehmet’le her zaman durduğu safa geldi. Ezan okundu, namaz kılındı ancak Mehmet yoktu.

    İşe dönen ve içindeki karanlıkta yıldızlar kayan Fikret, dostunu düşünmeden yapamadı. İçindeki obruklar ve beklemek galip geldi ve izin alarak eve gitme kararı aldı. Her adımda yedikıta gibi büyüyen mesafeleri aşmak için koştu. Gittiğinde mahalleye; Mehmet’in ayakkabılarından başka hiç kimse yoktu. Oturdu ve beklemeye başladı ayakkabıların yanına. İçindeki obruklar büyüyordu gözlerinden akan pınarla. Uzun vakit geçmişti. Beklemenin acısını tattı. Mahalleliyi sessiz sedasız ufuktan gelirken görünce ayağa kalktı.

    Fikret: Ey bağımız, mirasçımız kadar yakın komşular. Mehmet nerede?

    - İnna Lillâhi ve İnnâ İleyhi Raciûn

Yorumlar